30 Eylül 2009 Çarşamba

elit insan olmak

öğlen klasiğim.
kendimi güneşe verdim, kitap okuyordum.
1 saatliğine farklı bir dünyaya ışınlanıyordum.
da,
ah bi de yakınımda bir yerde oturmuş, arkadaşlarıyla sohbet eden o kız olmasa.
anlatıyor:
-ay ben eskiden çok elittim.
-nası?
-valla. orta 2'de feng shui'ye göre yaşardım, her şeyi öyle düzenlerdim.
-hehe.. orta 2'de anca kalemlerini düzenlersin feng shui'ye göre.
-ay yok ama, dolabımı, giysilerimin renklerini falan hep fenh shui yapardım, hiç kötü enerji sokmazdım.
-hıı... evet.
-yaa, işte öyle elittim çocukken, sonra bozuldum.

şimdi:
birincisi, şahsen ben orta ikide fenhshui mui bilmezdim. bizim zamanımızda feng dese biri "fen" anlar, hiç de sevmediğimden strese girerdim ki, direk kötü enerji işte.
ikincisi giysilerimin rengini pozitif enerji durumuna göre ayarlamak falan şöyle dursun, zaten %50'si siyah, kalanlar da koyu renkti.
üçüncüsü elit falan olmak bir tarafa, "elit" denince aklıma gelen tek şey meşhur pastaneydi.

kızceğiz vıdı vıdı konuşmaya devam ettiğinden, orası da bir kütüphane olmadığından -şıışşttt diye susturmam mümkün değil- kalkıp daha sakin bir köşeye geçtim ki içine daldığım dünyaya giderken, üstümden bi parça bu tarafa takılı kalmasın.

24 Eylül 2009 Perşembe

bayram-antalya-şimdi-ben-şarkılar....

jaluzi açık
güneş sıcak sıcak vuruyor masama.
d klasöründe müzik dosyası içinde taş plak adını verdiğim bir dosyadaki şarkılar çalıyor kulağımda.

"yaktın yıktın kül ettin, erittin beni
mecnuna döndürdün mahfettin benii"

diye şakıyor müzeyyen senar.

mayıştım.
çay uykumu açmaya muktedir değil.
yine de hoşuma gitti.
posta kutum açık.
benimle çok ilgisi olmayan mailler gelmeye devam ediyor.
okuyup-bazen okumadan geçiyorum.
okumak istediğim bunlar değil.
çantamda duran kitabın 54. sayfası.
sonra 55
sonra 56
......
güneş pencereden bana gelmesin, ben dışarı güneşe çıkayım istiyorum.
miskinim.

antalyadan salı gece döndük.
bi çırpıda geçiverdi bayram.
ilk günü fasilis'te, bardak boşanırcasına yağan yağmurun altında, ailecek denize girdik.
annem, babam, ben, sel, kardiş, kısçe.
ne keyif!
ıslanıyorum endişesi olmadan yağmurun altında olmak.
anne kedi ve mucizevi güzellikte iki bebeğini besledik.
arabamızda her daim bulunan kedi maması sonuna kadar kullanıldı.
tarihi kalıntılar arasında yemyeşil ağaçlar altında duru bir koy.
deli yağmur
şahane bi su.
güzel olan şeyler neden çabuk bitiyor.

"elbet bir gün buluşacağız
bu böyle yarım kalmayacak"
diyor zeki müren şimdi.

bayramın ikinci günü Adrasan'dayız.
bu kez annemler yok, sel ben, kardeş, kısçe.
yarı belimize kadar denizde, voleybol oynadık.
o top o kadar şişirilmezdi ama...
bizimkine de voleybol denmezdi zaten.
hesabı fazladan 8 lira şişiren gözlemecide yediğimiz gözlemeler de fena değildi ama...
hesabın fazlasını fark edip parayı kurtarmak daha eğlenceliydi.

" şarkılar seni söyler, dillerde name adın
aşk gibi, sevda gibi huysuz ve tatlı kadın"
diye devam ediyor şarkılar.

akşamı, babam, sel ve kardiş rakı-balık-muhabbet halindeler.
kısçe ve ben mızıldanıyoruz:
e ama dışarı çıkacaktık.
babam, kocam, kardeşim
bir masada
muhabbette.
bozulmaz ki.
artsın azalmasın keyifleri.
saat geç olsa ne olur, çıkarız nasıl olsa.
kaleiçinde çay, kahve, soda...
kaçmadı işte, sohbet devam.

"ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç
sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç"
yine zeki müren. bugün ölüm yıldönümü madem, analım rahmetliyi.

bayram 3 gün, 3. gün son gün.
sağa sola gidicez, güneş peşinde koşacaz diye zaman kaybetmeyelim diyoruz.
konya altından girelim denize.
ne iyi ediyoruz.
konyaaltı bu kadar sakin, böyle dalgasız, pırıltılı, sakin olur muymuş.
deniz muhteşem.
dalga sıfır.
güneş sımsıcak.
top da biraz inmiş 8)
suda voleybol oynuyoruz.
ona sebep tüm göz çevrem kapatıcı, beyazlatıcı sürülmüş gibi.
zira gözüme güneş giriyor diye su gözlükleri gözümde.
yüzüm, yanaklarım, burnum yanmış, göz altlarım beyaz 8)

"avuçlarımda hala sıcaklığın var inan.
unuttum dese dilim, yalan. billahi yalan."

o gün o sıcaklığın izleri yüzümde, sırtımda, kollarımda.
ankara ile konuşuyoruz, kış!
beynime güneş geçmesin diye kafama sarıp sarmaladığım tişortumla, sırtımda havluyla okuyorum kitabımı şezlongda.

"ağlama, olma mahzun, gülerek bak yarına
sanma ki güzelliğin o ipek saçlarına dökülen akla biter.
böyle bir kara sevda, kara toprakla biter"

iş yerinde gözün saatteyken ilerlemeyen saatler
bütün o dinlenmelerinin acısını çıkartırcasına koşuyorlar.
akşam üstü çıkıp ankara'ya dönmemiz gerek.
istemiyoruz.
istesek de istemesek de kalkıyoruz.
güneş sulara vuruyor, deniz ışıldıyor.
aklımızı bırakıp arabaya biniyoruz.

dönüş yolu 5 kişi 2 araba.
annem diş tedavisindeki bir aksilik yüzünden tekrar ankaraya dönmek, 2 gün daha kalmak zorunda.
bizle geliyor.
babamı çerçeye
çerçeyi babama emanet ediyoruz.
annemi alıp, önümüze de kardişle kısçeyi katıp çıkıyoruz yola.
gece yarısı ankaraya varmak, ertesi gün de işe gitmek için acele edecek bişey yok ama...
yol beklemez işte.

sonuç:
3 günlük bayram tatili güzeldi, keyifliydi, çabucak bitiverdi.
özeti bu.

"sevgimizin aşkımızın üstünden sene geçti, mevsim geçti, ay geçti
hülyamızın, rüyamızın üstünden yağmur geçti, dolu geçti kar geçti"

15 Eylül 2009 Salı

kısa kısa

yazamıyorum.
yok çaba sarfedip de başarısız olmuş değilim, yazmıyorum yani.
ama bari kısa kısa bişeyler not olarak dursunlar burda.

-tüm hafta sonu geleneksel iftar yemekleri çerçevesinde geçti. cumartesi takım bizdeydi. 3 kişi eksikle. pazar da aynı takım (eksik 3 kişiyle birlikte) babamın kuzenindeydik. ev sahibiysen onca hazırlık ve yorgunluk biraz sinirini bozuyor ama, misafirsen şahane. yine de seviyorum bu cümbür cemaat durumları arada bir.

-çingene pembesi ayakkabı aldım. esasında öyle bir niyetim yoktu. hayatım boyunca "ay çingene pembesi, yüksek topuklu bi ayakkabım yok" diye sıkıntı çektiğimi söyliyemiycem. ama denk geldi. neredeyse dörtte bir fiyatına düşecek biçimde indirim yapan şahane bi mağazanın kurbanı oldum. ama iyi oldu. beğendim. ayaklarıma bakıp bakıp gülümsüyorum.

-çingene pembesi eski bir tişorttan bir karış yüksekliğinde bi kedi silueti kestim, beyaz tişortuma diktim. bu ayakkabıyı neyle giyicem diye düşünmem gerekmedi. kot üstü pembe kedili beyaz tişot ve pembe ayakkabı. oldu bence, evet.

-sel beni arayıp "pembe kediyle mi görüşüyorum" dedi. yüzlerce hitap şeklinden biri de bu oldu.

-sel demişken, sel gitti. en son bi berber salonunda görülmüş. eve gelen adam başkasıydı. 10 santimden uzun olan saçları şu an 5 milim. bi onunla kalsa iyi, sakalları da gitti. senelerdir sakalsız görmemiştim onu, acayip yadırgıyorum. alışamadım.

-insanın gözü 5 numara miyopsa, senelerdir dalga dalga saçları ve sakalıyla görmeye alıştığı adam da, 5 numara saç ve sakalsız biçimde yanında yatıyorsa, bi an gözünü açıp yanındaki siluetten korkması gayet mümkün oluyor. bu kim beeee... sel geri gelsin!

-yeni kocam 5 numara traşlı saç ve kirli sakal şeklinde bi imaj benimsedi ya, daha sert görünecekmiş. taksiciye yol sorduğunda adam "abi" dedi, eskiden hiç bir taksici abi demezmiş, yeni imajı işe yaramışmış. "bana bak kurtlar vadisi gibi dolaştırmam yanımda, peşin söyliyim" dedim.

-açım. artık bayram gelsin ne olur yaaa..

-cuma akşam saat 18 olduğunda artık antalya moduna girmiş olucam, sabırsızlanıyorum. annem, babam, çerçey, yeni kocam ve ben yola düşücez. erken gidecek olan kardiş ve kısçe de orda olacak. bayram ne güzel, ne güzel 8)

-ya valla açım! zaten sahura da kalkamadık. hayır kalktık da, yiyemedik. niye? çünkü saati yanlışlıkla gece 5'de çalan sel kişisi, hiç saate bakmadan kalkmış, kahvaltıyı hazırlamış, beni uyandırmak için gelirken bi saate bakmış ki.. o-hoooo.. bitmiş sahur falan. aç kaldık mı! ama henüz sadece 5-10 dakika geçiyordu, su içtik. babam "sahur öyle bıçakla kesilmiş gibi bitmez, üç beş dakika geçtiyse de yiyip içebilirsiniz, sıkıntıya girmeyin" der. içtim valla su.

-biraz işim var ama iş yapasım yok, kapının önüne çıkıp köpekle oynamak, kediye dalmak istiyorum.

-bu ka!

9 Eylül 2009 Çarşamba

normal mi bu şimdi!

gazeteleri okuyorum.
istanbul boğulmuş. 24 ölü.
dün trakya boğulmuştu. 8 ölü.
sebep?
yağmur!

gözlerimizi hüzünle aşağı indirsek ne görüyoruz?
güneydoğuyu.
dün eruh ve çukurca'da 8 şehit haberi vardı.
bugün van'da 2 şehit.

ne yapıyoruz?
günlük işlerimizi.
tv'de ne var?
son sürat yeni sezon diziler.
yarın gazete eklerinde ne okuyacağız?
Türkiye'nin praymtaym'da yaprak dökümü ile "ağladığını".

allahım sen bizi "normal" leştirdiklerimizden koru!

8 Eylül 2009 Salı

18 yaşındaki kızımla...

"hayır o kolyeyi bugün ben takıyorum" diye tartışmaya girmek istemezdim.
düşündüm, hayır, gerçekten istemezdim.

nerden mi çıktı bu mevzu.
mutfaktan.
şöyle ki:
mutfağımızda yeni bir çaycı var.
cici bi kadın.
bugün boynumda karmaşa içersinde darmadağın duran, inceli kalınlı kocaman füme rengi zincirlerime bakıp
benim kız da doluyor boynuna böyle karman çorman, bazen de beline takıyor" dedi.
güldüm.
evet ben de bu zincirleri bazen belime takarım, güzel oluyor, dedim.
konuşmamıza katılan bir diğer arkadaş, edinmiş olduğu bir bilgiyi paylaştı benimle hemen:
-biliyor musun, 18 yaşında kızı varmış.
-aaa, ne güzel, dedim.
kadınceğiz 18 yaşında kızı olduğu vurgulanınca, kendi yaşını söyleme gereği hissetmiş olacak ki, sordu:
-ben kaç gösteriyorum sizce?
en sevmediğim soru!
ben kemkümlerken diğer arkadaş kafadan ufak bir hesap yapmış olmalı, atladı:
-37-38? (kız 18 yaşında. bu da 18 de evlenip 19 da doğurmuş olsaaa.. 18+19=37 eder. fazlası varsa da kadın genç görünüyorum diye sevinsin)
gel gör ki hesap tutmadı.
kadın 35 miş!
çok ayıptır söylemesi ama
len benle yaşıt!!!!
peeeehhhh..
daha da lafım yok. nokta.

7 Eylül 2009 Pazartesi

ben de istiyorum!!

sel kişisinde kıskandığım çok fazla şey yoktur.
onun ancak göğsüne gelen boyumdan da memnunum, onunkiler kadar düzgün olmayan bacaklarımdan da 8)
uzun parmaklarını da kıskanmıyorum, bukleli saçlarını da.
ve fakat...
o rüyaları yok mu!
o rüyaları!!!

allahım bir insan hiç görmese haftada 3-4 kere, sinema filmi olacak lezzette rüya görür mü yaa.
hem de büyük bütçeli prodüksüyonlar.
yemin ediyorum dinlerken korkup gerisini anlattırmadığım gerilim filmi tipindekiler de onda,
izlediğim tüm bilim kurgulardan daha yaratıcı, fantastik olanlar da onda,
komediler de onda.

dün geceki rüya komedi filmmiş.
eski türk filmleri tadında, hani tosun paşalar falan.
bizimki çok kısa boylu bir iaşe memuruymuş.
iaşezade 8)))
öyleymiş adı.
sebebini bilmiyorum ama, o kadar kısaymış ki, konaktaki trabzanlara yetişemiyormuş.
bi dolu komik sahne falan...
dedikodular, kaçmalar, düşüp, kalkmalar...
sürekli yanında olan yardımcı oyuncusu da celal kadri kınoğlu imiş.
hani tatlı hayat dizisinde komşu irfan
acemi cadı da müdür dilaver falan olan şu tiyatro oyuncusu.

hey allahım yaaa..
pek çoğu yaratıcılıkta sınır tanımayan o acayip rüyalarını çok kıskanıyorum.
benzer ortamlarda yaşıyoruz.
benzer şeyler izleyip, okuyoruz.
benzer şeyleri yiyip içiyoruz.
o içerde neye dönüştürüyorsa artık......
çok değişik şeyler görüyor.

ben de istiyorum yaaaa 8((

4 Eylül 2009 Cuma

sensin serseri!

"Serseri" dedi bana.
bi de tembelmişim işte.
ne şahane bi kombin.

Hiçbir disiplin yönteminden yararlanmadığı açık, kocaman bir zekânız var.
Her türlü zorluktan ve sorumluluktan onun yüksek kapasitesi sayesinde kurtuluyorsunuz. Açıkçası, biraz tembelsiniz de.
Yettiği kadar çalışmak, geriye kalan zamanı dünyanın, zamanın, aşkın, arkadaşlığın tadını çıkarmak için kullanmak istiyorsunuz.
Sizin için konfor kelimesi genel geçer anlayışın çok ötesinde kalitelere işaret ediyor.
Örneğin rahat uyumak için dört dörtlük bir yatağa değil, çok uzakta göz kırpan yıldızlara ihtiyacınız var.
İyi yemek lüks bir restoranda değil, değecek kadar acıktıktan sonra gürül gürül akan bir nehrin kenarında yenilir diyorsunuz.
Mutluluğun gerçek sırrını biliyorsunuz, tek sorun kimseyle paylaşamamanız…

hadi ordan!!!