29 Aralık 2011 Perşembe

son 3

29
30
31
ee..

Maya'lanmadıysak pek de önemli değil bence, yine.

+1 gün tatil olsaydı, bi hafif sevinme olurdu evet.
o da olmayınca normal bir hafta sonundan farklı gelmiyor pek.
plan program?
ay yine akşam yemeği avrupa'da, gece içkisi amerika'da, sabah kahvaltısı avusturalya'da işte.
klasik.
çamı da koymadık ortaya.
kedi dadanacak, kıl tüy dökülecek ortaya.
evi süpürmeye üşenen ben, onları toplayıp kaldırana kadar yarı yıl gelecek.
gerek yok.
kişi kendini bilmek gibi irfan olmaz demişler.

sönük, heyecansız, "yeni yıl geliyor, tirilaylaylom" modundan uzak bir yazı okuyun istemezdim elbet
gönül isterdi ki koltuk yastıklarını gövdesine sarıp noel baba olacak bir sel kişisi,
bahçeden söktüğü dalları kafasına takarak 4 ayak dolaşacak "geyik" bir saklambaç,
boynuna renkli ışıklar takılmış halde yanardöner kıyafetiyle miyavlayan bir kedi sunayım size.
kısmet değilmiş.
gidenin arkasından kötü konuşmak gibi olacaksa da, zaten uyuz bi yıldı.
ahdım olsun, dileklerimi eksiksiz yerine getirirse
tam bu yukarda bahsettiğim şekilde uğurlarım 2012'yi.
peşin peşin şımarıklık beklemesin benden.


notella:
ataletim, bloğa yazınca oluyor demiş diye yazıyorum
şimdiye kadar verdiklerinden beğendiklerimin tamamıyla, daha vermediklerinden en güzel olanların hepsini istiyorum 2012'den. (senin derdin bu saklambaç. net olamıyorsun!)
ısrarla istiyorum.
hadi bakalım.
8)

19 Aralık 2011 Pazartesi

mahrem mevzular

aile bireylerinin mahrem mevzuları ortalıkta anlatılmaz ama...
burası ortalık mı ki?
yüzbin milyon izleyicisi olan gizemli bir blogger olmadığıma göre gayet aile içinde sayılmaz mıyım?
evet.
o halde buyrun:

cumartesi günü bizim kız -afedersiniz- azdı.
cumartesi günü tam olarak 5. ayını bitirmişti kendisi.
aldığımız kadın "17 Temmuz'da doğdu" dediydi zira.
cumartesi 17 Aralık.
tas tamam 5 ay.

zaten bi çenesi düşmüştü akşamdan beri.
ama öyle "bana koca bulun" lafları etmiyordu da, daha ziyade bi sohbet havasında söylenmeler falan.
evde yalnız kalıyor ya, anlatacakları birikti zaar diye bakıyordum olaya.
-kuş gördüm
-biblo kırdım
-senin yüzüğü halının altına tıktım, gibi şeyler.
ne bileyim derdinin başka olduğunu.

cumartesi günü öğleden sonraydı, artık şüpheye yer bırakmayacak biçimde ilan etti koca isteğini.
ppfff.. 8(
o "maauuvv"lar,
o "tövbesstağfurullah" dedirtecek haller..

sel'e mesaj yazdım
"müjdeler olsun, kızın azdı" diye
"benim öyle kızım yok" dedi
8))

o her ne kadar kendisini inkar etse de,
kız ona iyice sempati duymaya başladı.
gidip ona sürünüyor.
"e erkeksin nihayetinde" şeklindeki açıklamamı açılmış gözlerle dinleyen sel, kendini kedinin namusundan sorumlu hissetmiyor olacak ki "karşı komşunun kedisi erkekti" diye aklına gelen -kendince-harika fikri benimle paylaşmakta bi beis görmedi.
e yok artık!

ailemizde benzer bir tecrübeyi yaşayan var allahtan (burada "allahtan" demek bi yakışıksız mı oldu ne?)
fundamı aradım.
-Fundacıımm.. kız azdı!
-ayyy tüüh..çok erken daha, çıtır gibi işte, dedi.
-e ne yapaciz, hani bi ilaç vardı neydi adı?

ilacı vermekten başka çare olmayınca pazar günü nöbetçi eczane aradık.
sel'in "yemeğine şap katsak" şeklindeki sivri fikrine paralel olarak, yemeğine ilaç kattık.
yavrucum "oohh.. yaş mama" diye yalana yalana yediği yemeğin içindeki ilacın etkisini mi gördü, yoksa yorgunluk mu çöktü üstüne bilmem ama, akşam rahattı çok şükür.

akşam eve gittiğimizde ne şekil bi kedi ile karşılaşacağız bakalım.
birkaç ay daha dursaydı edepli edepli...
ppff..

9 Aralık 2011 Cuma

elâlemin kadını....

eskiden olsa eve gittim, işe geldim, şunu yedim, bunu yaptım diye; toplasan anlatacak 3 cümleyi bulmayacak konularda uzun uzun bi yazı döşenirdim ki, gören baya bi maceralı, doludolu yaşıyorum sansa yeriydi.
yazıkıran diye bi illete mi tutuldum ne oldu bilmiyorum
yazmıyorum
yazasım olmuyor çoğu zaman
daha kötüsü de yazasım olduğunda da üşenir hale geldim
bunun şöyle bir kötü tarafı oldu.
yazınca olur olmaz her şeyi
tüm o zamanların fotoğrafını çekmişim de albüme koymuşum gibi
yani öyle bir "anlar arşivi"m oluşmuş gibi oluyordu
seviyordum sonra resim bakar gibi yazı bakmayı
hatırlayıp güldüğüm şeyler oluyordu ki yazmasam kaybolur giderdi.

şimdi
geçen gün yolda giderken komik bir şey oldu
(bir tiyatro oyunu mu bu, film miydi?)
iş yerinde kızlara, mail yoluyla anneme, kısçeye falan anlattım da
gelip buraya anlatmamış olmayı
kayıtlara geçsin diye yazmamış olmayı yakıştıramadım kendime
sizin neyiniz eksik, değil mi ama 8)

şimdi şöyle:
geçen akşam iş çıkışı sel ile eve gitmeden önce bahçeli'ye gidip bişeyler yiyelim dedik
-evde yemek yok
ama fazla da gecikmeyelim dedik
-evde kedi var
gittik, acele acele bişeyler yedik, kalktık.
arabaya doğru hızlı adım yürüyoruz.
bir yandan da zıtlaşıyoruz.
konu:
hafta sonu sel'lerin bir akraba düğünü var
ben de ne giysem sorusuna "annemden kalan mor elbise" yanıtı vermek üzereyim
elbiseyi belki de hiç giymedim sel ile birlikte
o yüzden ben "mor elbise" diyince hatırlamadı
hatırlatmaya çalıştım:
annemin gençliğinden kalan, mor, böyle boğazlı, oyuk kollu, dar, arkadan fermuarlı....
hani tok bir kumaşı var, kendinden kabartma desenli..
yok hatırlamadı
kısa! dedim.
-ne kadar kısa?
-kısa işte. baya kısa. annemin gençliğinden kalan diyorum, o kadar kısa işte (annemler gençliklerinde tunikleri elbise diye giyiyormuş zaten, etekler el kadar, elbiseler neredeyse gömlek uzunluğunda)
-görmem lazım hatırlamıyorum, çok kısaysa olmaz bizim akrabaların arasına, dedi sel.
o olmaz diyince ben elbiseye iyice sahip çıktım
-giyerim ben bana ne
-görmem lazııııımmm.. çok kısaysa olmaz oraya.
-evet çok kısa
-ya kuzu, yakışık almaz o kadar kısaysa..
-eeehh.. çok da fifi!

affınıza sığınırım canım okuyucu
ama bi şımarma mı geldi üstüme nedir, öyle dedim:
-çok da fifi!

-cık cık cııığğkk.. ne kadar terbiyesizsin, dedi sel.
-kim, ben mi, a-ah niye be, fifi terbiyesiz bi kelime mi ki? küçük, sevimli bi köpecik adı.

şimdi biz yolda acele acele yürüyoruz ya,
bi yandan sel beni kınıyor, cık cık cık... terbiyesiz! diye
bi yandan da ben lafımı savunuyorum.
-çok: nicelik bildiren bir kelime; da: bağlaç; fifi: kucak köpeklerine verilen sosyetik bir isim, diye açıklama yapıyorum ki terbiyesiz lafını geri alsın.
ama bana bi gülme geldi, kahkaha atar haldeyim.

derken,
karşımızdan gelen bir kadın bi anda yavaşladı, önümüze doğru hamle yaptı, sel'in mi, benim mi önünü keseceğine emin olamaz hallerde sağa sola adımlayarak... geldi önümde durdu.
o durdu
ben durdum
sel durdu
bir iki saniye bakıştık.
sonra o "merhaba" dedi
merhaba? dedim, çünkü ilk merhabanın tonu bişey soracakmış merhabası gibi değil. beni tanımadınız mı merhabası gibi. sel tanıyor herhalde diye düşündüm. ama sel suskun.
gözümün içine baktı yine birkaç saniye. ay ama bi uzun ki o boş saniyeler.
-benimle bi bira içer misiniz?  dedi. "size bi bira ısmarlayabilir miyim?"
ay üstüme iyilik sağlık!
kimsin kadın!
ben sadece "eeeğğğğıı..." gibi bi boşluk doldurma sesi çıkarttım, zira ne diyeceğimi şaşırdım.
sel zaten hepten suskun, kadına bakıyor.
-nooooğğluurr.. benimle bi bira için, size bi bira ısmarlıyım ha, lütfeeğğnn" diye ısrar etmeye başladı kadın.
-aaa.. yok, çok teşekkürler, bizim biraz acelemiz var da... (ben de olayı gayet mantıklı bulmuşum gibi "neden" demiyorum hiç, kırk yıllık arkadaşa mazeret bildiriyorum sanki)
-yaaaaa! kabul etmiyorum, noolur, noolur.. ayarlayın işinizi! hadiiii...
-yok, gerçekten, zaten geç kaldık biz, eve gidiyorduk.
-yaaa. bi biraa, çok sevdim ben sizi lütfen, o kadar güzel gülüyordunuz ki, bayıldım bayıldım, benimle bi bira için, noğğluur"
sel araya girdi:
-çok teşekkür ederiz nazik teklifiniz için, gerçekten. ama bekleyenimiz var....
(kedi demedik kadına, "bekleyenimiz var" dedik. kedi desek, kadın paçaya yapışıp, yine de bırakmayacak gibiydi.)
-ama telefon edin, ayarlayın! yapabilirsiniz, hadiii.... (kedi demediğimiz burdan belli zaten, telefon edip ayarlayın diyor kadın, bende makaralar zaten gevşek, iyice gülme geliyor)
-valla imkan yok, çok geciktik zaten
-kabul etmiyorum, lütfenn. hadi, bi bira. siz berabersiniz, ben yalnızım, çok güzel eğleniyordunuz, böyle insanlar yok etrafta, ben bayıldım size, gülmenize.... lüüütfeenn, kırmayın beni.
ay valla böyle
dakikalar oldu, kadın sanırsın senelerdir izini kaybettiği akrabasını bulmuş, öyle yalvarıyor. bayılmışmış bize, çok güzel gülüyormuşuz, dikkatini çekmiş, eğlenceliymişiz, bize katılsınmış, bira ısmarlasınmış....
olacak gibi değil,kestirip attım:
-başka sefer inşallah, bu sefer gerçekten imkan yok.
8))) anacım neyin başka seferi, kadın kim, nerden geldi, nereye gidiyor belli değil. hangi başka sefer?
ama dedim.
en kibar ve terbiyeli (bana terbiyesiz diyenler utansın!) halimle:
-başka sefere inşallah, dedim.

kadını öyle üzüntülü, hayal kırıklığına uğramış, hatta küsmüs diyeceğim bir halde yolun ortasında bırakıp (elâlemin kadını ama.. insan yine de bırakıp giderken bi mahcubiyet hissediyor) koşar adım uzaklaştık.

ve
evde kedi bekliyor olmasaydı gerçekten de kadının teklifini kabul ederdik, evet.
eh ne diyelim.
kısmet!
8)

19 Ekim 2011 Çarşamba

...

buraya not düşmek için yazıyorum sadece

26 şehit (en az)
22 yaralı (en az)
bıçak-kemik-sözünbittiğiyer-intikam-bağrataş-hainlik-sorulacakhesap- ödetilecekbedel-ateş-düştüğüyer
sadece gözyaşı
sadece acı

unutmamız ne kadar sürecek bakalım
ne kadar yazık.

18 Ekim 2011 Salı

eğlence...

iş yerindeki parlak gözlü oğlan çocuğu beni çay alırken mutfakta, koridorda, bahçede vs. görünce bi seviniyor ki. gözleri parlıyor iyice 8)
artık "nasılsın" demeye de cesareti var.
her hafta iki-üç kelime eklese, sene sonuna doğru aşkımız epey mesafe kat etmiş olabilir.

valla bişey yaptığım yok.
karşılaşınca mahcup bir ifade ile tebessüm ediyorum sadece.
iş yeri etiğine aykırı bir tek davranışta bulunmadım.
kendi kendime eğleniyorum.
8)

yenikedi

yeni bi kedi var ya artık hayatımızda...
yeni kedi huylarıyla da tanışıyorum.

1. yorgan altı kedileri diye bir tarikat falan mı var acaba kedi dünyasında? fundamın çıtır sayesinde tanışmıştık ilk örneği ile. geceleri yatakta yorganın içinde, bacaklarının arasında uyur o.
bu da o cins çıktı. muhakkak yorganın altına giriyor, karnımın ya da bacaklarımın hizasında bir yerlere yerleşip uyuyor. nasıl nefes alıyor, boğulma ihtimali var mı hiç bilmiyorum. alışık olmadığım için tedirginim. çerçey yorgan üstünde ayak ucunda en uygun yerde ve biçimde yatardı hep.

2. çerçey de yavruydu hayatımıza girdiğinde. dolayısıyla "yavru kedi" diye anlamlandırabileceğimden farklı bir enerjisi var. çok yaramaz galiba. adını "musallat" koysak olurmuş. her şeye, ama HER şeye musallat oluyor. yaptığım işe, örgüye, yemeğe... akla ne gelirse. her şeye atlıyor. şımarık galiba biraz, ama edepsiz diyemem. öyle şirret bir tavır görmedim ama, çok fazla hareketli.

3. aşırı yiyor. kendi mamaları dışında ben ne yersem yiyor. bu "ne" nin içinde sebzelerden ekmeğe,  salatadan meyva'ya, çekirdekten her türlü abur cubura kadar ağza atılacak HER şey var. elimle kolumla, ayağımla dizimle ittirmem işe yaramıyor. yere serdiğim bir gazete kağıdının üstüne sebze yemeği, yoğurt, domates dilimi, ve ekmeği sanki bir tepsi hazırlar gibi sıralıyorum, benim 3. lokmamda o hepsini temizleyip bana musallat olmaya başlamış oluyor. üstüne mandalinadan elmaya, eriğe, armuta... bütün meyvaları da beraber yiyoruz. arkasından birlikte çekirdek çitliyoruz. bardağımdan da su içince, artık tokatlayasım geldi ama!

4. akıllı. bakarak öğrenmeye çalışıyor ve anlamak için izlediği çok belli. oldukça akıllı olacak gibi, evet.

5. sevecen. öpmeye, yalamaya çok meraklı. kucağına alınca yüzünü, severken elini kolunu, otururken yatarken ayağını bacağını yalamaya bayılıyor. beni çok pis bulduğu için temizlemeye gayret ediyor değilse, sevecen bi tip demektir.

bu yeni hal ve tavırlara rağmen ona sürekli "çeeeeerrçeeeyy" diye seslenmek istiyorum. henüz içimde öyle bir sevgi oluşmuş değil tabi ki. 
birbirimize alışıyoruz.

böyle.

17 Ekim 2011 Pazartesi

tavuk



seviyorum kendisini 8)
"haydi, haydi eller..." derken beraber karşılıklı göbek falan atarım.
solo albümünü alır mıyım bilmiyorum, zira mimiklerine hastayım en çok.
onları görmem lazım.
bana misafirliğe gelsin, yatıya kalsın 8)

14 Ekim 2011 Cuma

sürtünük

mousepad için TDK kurulu'fare çulu', 'fare minderi', 'fare kayıcı', 'fare şiltesi', 'sürtünük', 'tık atar altlığı'  gibi öneriler getirmiş ya,
hiç beğenmedim.
benim önerim
"kedi mıncırığı hayvanının sanal dünya kapısı paspası"

Türkçemize sahip çıkalım!
8)

11 Ekim 2011 Salı

müşkül

kitaplarım geldi, kitapyurdundan aldığım 5 kitap.
paketin içine bir de hazır türk kahvesi koymuşlar, keyif yap diyorlar 8)
ne yazık ki işteyim. 8(
haftasonu antalyadaydık, sadece 1 akşam yemeği, 2 sabah kahvaltısı.
olsun.
bu arada deniz kenarında çay içip, kitapfuarından da 2 kitap alacak fırsat da buldum zaten.
yeter.
şimdi
enfes bir hava var ankarada.
az evel kovadan boşalırcasına bir yağmur indi
şimdi güneş ve kara bulutlar ve gri bir havanın daha da belirgin hale getirdiği fosfor sarısı yapraklarla süslü ağaçlar var pencereden görünen manzara parçasında.
içeride yağmur kokusu, ferah, mis gibi.
okunmak için bekleyen 8 kitabım var.
(5+2 benim aldıklarım,  -1 anneme bıraktığım, +2 Fundamın aldıkları)
içilecek kahve, dizlere örtülecek battaniye de var evde
tek sorun ben evde değilim ve burada yapmam gereken işleri yapmak için zerre kadar motivasyonum yok
aklım öğlen okumaya başladığım kitapta
şu an burda "şirket yararına" iş yapmak o kadar zor geliyor ki bana.
mazeret izni denilen şeyden kullanmak için geçerli bir mazeret sayılmaz mı acaba havanın ve benim şu anki durumumuz?
hayır, evde kedi bile var!
o derece müşkül durumdayım şu an burada..

6 Ekim 2011 Perşembe

bişeyler falan

kitapyurdundan 5 kitap aldım, daha da çok alasım vardı da, bedava dağıtmıyorlar.
dün aldım öğlen.
e bunlar akşama kadar hazırlasalar, yarın da kargolasalar, cuma da elime geçer mi ki diye beklentideydim.
hafta sonu belki Antalya'da olabilirim de, gitmeden almak istemiştim.
peehh.. nerdeee.
5 kitaptan bir tanesinin yanında "temin edildi" yazıyor, diğer 4 tanesi "beklemede"
anlamıyorum ki neyi bekliyor.
anacım kitapçı değil misiniz siz?
yok mu bu kitaplar elinizde, nerden temin edeceksin ki?
bekletiyorlar beni!
sabırsızım
hayatta pek çok şey konusunda sabırsızken, her şeye geç kalıyor olmak nasıl bir ironi çözebilmiş değilim de...
yaşarkenki bunca tembelliğime karşı, yine de -fikren- aceleci ve sabırsızım.

bi de iki şey düşündüm, hazır şuraya yazıyorken onları da sorayım da, aklımda kalmasın:

soğanlar (kuru soğan evet, bildiğimiz, yemeğe falan doğradığımız soğan diyorum)
"kırmızı,beyaz ve sarı" diye mi ayrılırlar yoksa "acı ve tatlı" diye mi?
o da değilse "kuru ve taze" diye mi?

bi de insanları (genelde) ne oldukları ile yargılamadığımız kesin de
ne olmaya "özendikleri" ile mi yargılıyoruz acaba?
şuna özenenler kendi aralarında birlik, buna özenenler kendi aralarında birlik mi oluşturur.
"şu" olanlar ile "bu" olanlar da zaten başka yerdeler.
özenenler grubu özenmeyenlere burun kıvırırken,
sınıf atlayıp özendikleri şeye dahil olunca da özenenlere mi burun kıvırır?

son olarak da barışmanço ne şahane bi adamdı değil mi?
keşke yaşasaydı da nilkaraibrahimgil ile düet yapsalardı.

öpmemiştim şu vakte kadar.
şimdi öper giderim.

5 Ekim 2011 Çarşamba

hominipufiditumba

bu psikolojide olmak istiyorum ben:

"oturalım arkadaşlar
dinlenelim artık biraz
esneyelim uzun uzun
ne manasız şey çalışmak
hayat hoş gerisi boş
haydi yeşil kırlara koş
sana ne dünya halinden
sen az kudur habire coş
homini de gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak
konuşalım arkadaşlar
mangalda kül kalmasın
atalım tutalım biraz
ya yutarlar ya yutarsın
sallayalım arkadaşlar
ki duyanlar şaşakalsın
yalandan kim ölmüş sanki
mevlam seni çayıra salsın

homini de gırtlak, pufidi kandil, tumba yatak"

4 Ekim 2011 Salı

İBİAKs

İsimBulamadığımİçinAdsızKalan....lar.

yok, evet. henüz kedinin bi adı yok
3 hafta oldu, iyice yüz göz olduk
ama kedi, hişt, kız, pisi vs. şeklinde çağırıyorum kendisini.
ha, kendisinin de pek umrunda değil zaten.
söylenen, önerilen her isim "aa.. çok iyi, olabilir bu!" gibi geliyor.
ama olmuyor.
bir sınır var, oraya kadar geliyor, geliyor....
çizgiyi geçip kabul ettiremiyor kendini hiç bir kelime.
kaldı hayvan adsız.

kendime yeni bir isim arıyorum.
kediye bulamayan "kendiye" hiç bulmazmış, öğrendim.
kendime de isim bulamıyorum elbet.
sıkıldım.
burdan yani, taşınmak istiyorum.
başka bir yere, başka bir isimle, başka başka başka....
vallahi, isim bulamadığım için gidemiyorum.
isim bulamadığım için!
yazıcam, yazamıyorum.
bura tozlu, temizlemek istemiyorum.
gidecek adres bulamıyorum
bulamadıklarım, yapamadıklarım içimde biriktikçe, içim de toz toprak halinde sıkış tepiş sanki.
"uyuz" koyasım var, kendime ayıp olsun istemiyorum.

böyle.

şimdi yazının  "güzelllikler" kısmı:
- çok güzel mavi bir kelebek gördüm öğlen, nefisti.
- burdaki kedi aç kalmış, arabaya koymak üzere epey mama almıştım hafta sonu mama indirimden yararlanıp. ona yaradı. çıldırmış gibi mamaya dalışı çok hoştu.
- şirkette şahsıma hayran bir oğlan çocuğu var. 20'lerdedir yaşı, zaten şirketin yaş ortalaması 26-27 herhalde. bu çocukceğizin de yuvarlak gözleri beni her gördüğünde parlıyor, her karşılaşmamızda bir selamlaşma, bir ufak kelime, bir gülümseme, bi bişey.. sevimli de bi çocuk allahı var ama.. "ay hiç bana sarma ablam sen!" diye ikaz edesim geliyor. cidden pek tatlı bişey, muzurluğuma gelecek, çelicem aklını, o olacak.
- hâlâ açık ayakkabı giymekte ısrar ettiğim için, bu öğlen çok memnun oldum, sıcak yahu!!!
- çay iyi demlenmiş, güzel.

öptüm müydü?

29 Eylül 2011 Perşembe

ektipüktü

karıncaya kıymet vere vere eşek kadar olduk
bi baktık hayatı ağustos böceği yaşıyormuş.
8(

kafamın içi karmançorman.
hoş, dışı da öyle ya...

çocukluğumuzda ağustos böceği ve karınca hikayesiyle büyümedik mi biz?
 "sonrasını düşünerek hareket et, elindeki imkanlar baki değil, bugünün yarını da var" demedi mi o hikaye bize?
sonra moda felsefeler sardı etrafımızı, yeni felsefeler:
"yarının garantisi yok ki, tek gerçek şu an, anı yaşa, elindekinin tadını çıkart!" diyip duruyor.

kötüyü düşünüp hazırlık olma mantığı demode oldu
"kötüyü aklına bile getirme! çağırma. herşey güllük, her yer gülistan" oldu çıktı.

kafam karmançorman
zaten içime gelip yerleşmiş, ne yapsam eleştiren, faydasız, asalak, benden beslenen bi şey var.
kovamıyorum, kaçamıyorum...

ay imdat!

28 Eylül 2011 Çarşamba

ben saklambaç, nasıl sarışın(ımsı) oldum

hikaye uzun da..
(şnorkelli kuaförden, evdeki röfle setine, ananemin kalan sarı boyalarından, annemin kalan kızıl boyalarına uzanan...)
dolfinim son gördüğümde kıvırcık ve kızıldı diyince, hafızada görüntüyü güncelliyim dedim.
normal bir kadın gibi kuaför kültürüm olmadığından, sonuçlar da bi tuhaf oluyor.
fekat neticede 4 aşamalı boyabadana işlemi sonunda elalem içine çıkılır bir durum oldu bence.
biraz kızıl, biraz sarı...
kaldı ki ben "hafif dağınık bir su dalgası olsun" niyetiyle kooföre gidip 80'ler permasıyla mehtapar'a dönüşmüş bir kişiyim, öyle bile yaşadım. bu rengarenk hâle kurban olurum onun yanında.
buyur dolfinim: kafamın yeni hâli senin için geliyor 8)

27 Eylül 2011 Salı

kedimedi

değişenler:
evde kedi var.
saçımda sarı.

değişmeyenler:
geri kalan herşey.

kısaca durum bu.

aha kedi de bu:

 

29 Temmuz 2011 Cuma

komik köpek

akşam.
saat 8 civarı.
hava hala sıcak, ev daha sıcak
balkondan dışarı bakıyorum.
çöplerin konulduğu yerde dolaşan bir köpekcik.
aslında köpek.
ama içimde bir "yazıııık" duygusu olduğu için -cik diye ekledim.
çok sıcak, bunalmış olduğu muhakkak.
yolun diğer tarafında, bir dondurma kabına koyduğum su duruyor ama köpek o tarafa ilerlemiyor.
susamıştır diyorum, su indirsek...
balkonda bir plastik kap buluyorum, kocaman.
onu alıyorum.
daha önce koyduğum kap atılmıştı.
bir kağıda kocaman harflerle "ATMAYIN" yazıp koli bandı ile bantlıyorum kabın üstüne.
sel geliyor, ne yapacaksın diye soruyor.
köpek var diyorum, su indiricem.
ben indiririm diyor.
ben de yine balkona çıkıyorum orda mı diye bakmak için.
tam o sıra bir araba dönüyor o tarafa
-hay allah, korkup kaçmasa diyorum
çünkü tedirgin birkaç adım atıyor köpek.
araba geçip gitsin diye beklerken, tam da köpeğin önünde duruyor.
telefonla konuşmaya devam eden bir adam iniyor arabadan.
elinde bi küçük pet şişe su.
çöpün civarına, etrafa bakıyor,
köpeği ürkütmeden davranıyor.
bir şey bulamayınca arabasının bagajını açıyor.
ben içeri girip sel'e bakıyorum.
kovayı doldurmuş, bir pet şişeye de su doldurmuş, aşağı iniyor.
tam kapıyı kapatıyorum ki kapı çalıyor aşağıdan
bize de su gelmiş 8)
boş damacanayı kapı önüne koyuyorum, sucu geliyor, parasını veriyorum.
tekrar balkona koşuyorum bakmak için.
araba gitmiş, köpek orda.
o adam, yanından geçerken köpeği görüp arabayı durdurup inen o iyi adam,
arabasından bir poşet bulup, onu yere yayıp, elindeki suyu poşetin üstüne dökmüş köpek içsin diye.
çok mutlu oluyorum.
adamı bulup teşekkür etmek istiyorum
iyi insanlar var diye düşünmek
hayvanları umursayan insanlar var etrafta diye düşünmek iyi geliyor
seviniyorum
sel inmiş.
kocaman, su dolu kabı koyuyor köpeğin önüne,
birşeyler söylüyor, çağırıyor biraz uzaklaşmış olan köpeği.
ayrılıyor ordan.
ben balkondan izlemeye devam ediyorum.
sel gidince köpek yaklaşıyor suya.
önce bol bol içiyor
o içtikçe ben rahatlıyorum.
su bol. gece boyu ordan geçen köpek çetesinin tüm elemanlarına yeter.
derken bizimki (sel değil, köpek) 8)
ellerini sokuyor kovaya
patileri..
yarısına kadar suya sokuyor.
çok komik.
serinlemek istiyor herhalde.
suyu biraz dışarı döküyor, kendine doğru.
hani neredeyse yüzüne su çarpacak.
sonra biraz daha içiyor.
sonra...
sonra ağzıyla kovayı kenarından tutup komple boşaltıyor yere.
tamamen.
ve kovayı götürüp ilerdeki çöp yığınına bırakıyor.
atıyor oraya 8)))
sonra da yürüyüp gidiyor.

hahahahahaaah 8))))
öyle komik ki.
öyle anlamsız ki.

sel kapıyı çalıyor, ben gülüyorum.
tüm bunlar sel geri gelene kadar olmuş.
seeeel, su döküldü! diyorum.
nası! diyor.
köpek içti içti, sonra elini kolunu yıkadı
işi bitince de bulaşık yıkadığı suyu boşaltıp, kabı kaldıran kadın gibi
kabı boşalttı, götürüp çöpe attı 8)))

köpeğe bunu neden yaptığını sormak için dayanılmaz bir istek duyuyorum ama imkansız.
çaresiz,
yapılacak tek şeyi yapıp
yeniden su indiriyoruz aşağı.
8)

22 Temmuz 2011 Cuma

iyi oldu bu.

müjdeler olsun nur topu gibi bi ekonomik kriz kapımızdaymış ya hani.
yetkili ağzılardan da "paranızı dikkatli harcayın" uyarısı geldi.
gerçi bu uyarının muhattabı kim ondan emin olamadım.
e bizde para yok ki harcayacak!
"parası olana diyor zaar" dedimse de, içimde bi huzursuzluk oldu yine de.
tam da kitapyurdu sepetim dolmuştu.
alıverecektim seçerek biriktirdiğim kitapları.
durdum.
allahın bildiğini sizden mi saklıycam,
sepetten, korsankitaptezgahlarındabulunabilecekolan kitapları çıkarttım.
ordan (ç)alıcam onları.
biraz utanıyorum evet.
ama o kadar da değil galiba.
aramızda bir hocaefendi olsaydı sorardım lakin:
"hocaefendi. alacağım bazı kitapların orijinalleri yerine korsanlarını almak suretiyle artırdığım para ile kozmetik alsam caiz midir?"

hayır zaten sıcak.
öpsem mi ki bi?
("mi ki bi" ne komik durmadı mı?)

15 Temmuz 2011 Cuma

pff.

18 Nisan 2011 Pazartesi

not

bir dönem sona erdi peh! "benim hiç diş dolgum yok daha, 40 yaşıma ağzımda tek dolgu olmadan giricem" hikayesi de son buldu böylece. geçen çarşamda akşamı saat 21.15'de işim çürüdü. valla. önce yoktu bişey. bi anda aa bi baktım sol üst dişimde bi delik. 8( içten mi çürüdü de bi anda dışı mı kırıldı da ne oldu anlamadım ama bir anda, bir anda bi çürüğüm oldu. ağrı sızı falan da yoktu ama... cumartesi mecburen dişçiye gittim. ve mecburen dolgu yaptırdım. bunu da buraya not düşmüş olayım kişisel tarihim bakımından. öbür not: aile terapistliği konusunda yardıma ihtiyacı olan varsa, bana başvursun. kelim, kendime merhemim yok, her yerim sökülse dikecek becerim yok lakin 7/24 evlilik danışmanlığı tecrübem git gide artıyor. hayırlısı! bi de bi not daha: kitap yurdundan kitap almanın en sevdiğim yanı, kargo hareketleri ve dağıtım aracı takibi. benim kitaplar dağıtılmak üzere yola çıkmış, haritadan an be an nerde olduklarını görebiliyorum. kampüs içine girdi dağıtım aracı. 1 saate güvenlik beni arar herhalde saklambaç hanım kargonuz geldi diye. mücevher bekler gibi sabırsızlıkla bekliyorum ki tadına doyum olmuyor. du bi daha bakayım haritaya, araba hangi yola girmiş 8)******************************************************************************* niye alt satıra geçemiyo bu yazdıklarım yaa... böyle deli gibi her şey yanyana..püüüfff....

7 Nisan 2011 Perşembe

uyku

gitgide gençleşiyor olmalıyım başka bir sebebi olmaz herhalde. uyku diyorum. insan yaşlandıkça uyku ihtiyacı azalırmış. benimki gün günden artıyor. bu ay daha da fazla. en az 8 saat uyuyorum ama tekrar yatma saati gelene kadar hiç uykum geçmiyor. her an yatıp uyuyabilecek bir kıvamdayım. azalmak şöyle dursun, mütemadiyen artan bir uyku ihtiyacı. esneme-ki oksijen azlığı falan değil derdim- gözlerin kapanması, halsizlik, sırt ağrısı.... olsa olsa gençleşiyorumdur. altında başka bişey aramaya gerek yok dimi. 8(

4 Mart 2011 Cuma

arıza

güneşi özledim
öğlen çıkıp tenha bir yerde, güneş altında bir banka attım kendimi.
üstümdeki pofur kabanı çıkartacak kadar sıcak değil hava ama güneş yüzümü ısıtıyor.
gözlerimi kapatsam ve uyusam istiyorum.
aklımdan cümleler geçsin, onların bir çıktısını alayım. (nasıl? şimdi teknik kısmını düşünmek, ona bir cevap bulup, hayale kaldığım yerden devam etmek dürtüsü var içimde ama yapmıycam. yaptığım her şeyi mantıklı, akıl sınırları içinde, doğru ve kabul edilebilir yapmak çabasından yorgunum. hayallerimi bile kontrol altına almak, önce, nasıl sorusuna cevap verip tüm gerçekçi şartları sağladıktan sonra devam etmekten de bıktım)
kalemle, kağıtla, klavyeyle, tuşla uğraşmıyım, kapalı gözlerimin ardında, siyah zemin üzerinde akıp geçen cümleler somuta dökülsün istiyorum.
aklımdan geçenler bir sürü kağıt olarak yanımda birikirken, bir rüzgar essin, dağılsın kağıtlar. umursamıyım, koşmaya, toplamaya çalışmıyım. dağılsın gitsin istiyorum.
sonra, "pardon" desin biri. isteksizce gözlerimi açayım. karşımda biri sıcacık gülüşü, iri gözleri...
-bu sizin aklınızdan mı uçtu?
-evet, sanırım.
-birileri basmasın, kirletmesin diye aldım yerden. hem özel bir şeye benziyor. kaybolmasın.
azarlıyım onu:
-ama olmaz ki! hepsini dağıtmaya, kendimi sağmaya çalışıyorum ben burda. lütfen uzak bir yere atar mısınız onu.
elindeki kağıdı atmadan otursun yanıma istiyorum. "peki" desin ve yırtıp küçük parçalar haline getirdiği kağıdı atsın ağzına. çiğnesin, yutsun.
-tamam bende kalsın o halde. böylece kimse almaz, bozmaz bunu.
ukala bir bakış atıp kapatayım gözlerimi.
düşünce fonum kırmızımsı, sarımsı, turuncumsu bir renge dönüşmüş. yüzüm sıcak, güneş gözlerimde. uykum da var.
yakındaki bir ağacın üstünde kendinden büyük ses çıkartan bir serçe şakıyor şimdi.
gözümü açıyorum ama göremiyorum.
ben serçeyi duyana kadar serçe gitmiş midir?
ses dalgalarının yayılma hızı... diye geçiyor aklımdan saçma bir şekilde.
aramızda hava var. kuşla ikimiz bir katının içine hapsolmuş olsaydık, daha çabuk duyardım. o da olmadı, ikimizde su içinde olsaydık, yine de havadan hızlı biçimde yayılırdı ses.
kuşla ikimizi bir demir blok içinde yaşatabilmişken, kuş suda nasıl ötecek diye düşünmüyorum.
düşünmediğimi söylediğim şeyi aslında düşünmüş olduğumu fark etmek bile sıkıcı. çözüm üret diyen mantık bölgemi, üstünde "dikkat, hayal taşır!" yazan bir kamyondan boşaltılacak bir ton kum döküp susturmak istiyorum.
etrafım aklımdan geçenlerin döküldüğü kağıtlarla dolu. bozulmuş delirmiş bir faks makinesi gibi çalışıyor. fişten çekiyorum, kağıtlar durmuyor.
yazı resmi:

2 Mart 2011 Çarşamba

benmari

"uzun zamandır hissetmediğim bir duygunun içine çekiliyorum" dedi bana. "kendimi tanıyorum, aşık oluyorum. ama yine imkansız!"
yapmakta olduğum işi hemen bırakıp cevap yazdım mesajına. kız arkadaşların sorunları çok şeyden önce gelir zira.
ona saçmalama ile başlayan ve deli! diye biten maili yolladıktan sonra (nasıl imkansız? adam evli mi, çocuk mu, yaşlı mı, gay mi diye de sordum) düşündüm.
doğru değil demiş bana.
kaç yüz tane doğru var hayatımızda?
hissettiğimiz doğrular
bildiğimiz doğrular
duyduğumuz doğrular
gördüğümüz doğrular
okuduğumuz hatta bize çocukken okunan doğrular
zannettiğimiz doğrular
istediğimiz, istemediğimiz doğrular
sevdiğimiz doğrular....

her kafadan bir ses, kendi kafamızdan bin ses çıkıyor.
hepsini kocaman bir kaba koyup, benmari usulü eritmeye çalışıyoruz. -ruz mu bilmiyorum. -rum diyeyim.
benmari usulü. ateşe direk olarak temas ettirmeden, yakmadan, bozmadan yumuşatmaya çalışıyorum. karışsınlar da güzel, güzel ve kendiliğinden bulunmayan bir şey elde edeyim diye.
ruj'da işe yaradı mesela.
annem söylemişti antalya'ya gittiğimde.
kalan rujları karıştırıp, benmari eritip tekrar boşalan rujun içine dökünce oluyormuş diye.
deneyelim demiştik.
rujsuz sokağa çıkmayan üç kadının, annem-fundam-ben, bitmiş ama nedense atılmamış rujlarının içinde kalanlar kazındı. nispeten uygun ve yakışan renkler tabi. küçük bir cezve içine atıldı. altına büyük bir cezve ve su.
koyduk ocağa, yaktık altını.
aslında gayet güzel olacak gibiydi de, cezve başında duran birinin telefonu çalınca, o şaşkın da cezveyi bırakıp telefona gidince... cezve devrildi. harika bir-birkaç-ruja dönüşecek olan eriyik halıya kısmet oldu.
bu şanssız deneyim o gün orada sonuca ulaşmamış olsa da, ben geçen gün "rujsuz sokağa çıkmayan 1 kadının" bitmiş, biteyazmış ve yine ne sebepleyse atılmamış muhtelif rujlarını, bitmemiş ama rengi sevilmediği için olsa gerek pek kullanılmamış rujlarının bir kısmı ile karıştırarak yeni bir tecrübeye giriştim. yemeğe baharat katarmış gibi bir ince oran, resim yaparmış gibi bir renk çalışması, deney yapıyormuşcasına bir dikkat sonucu eriyik rujlardan 2 adet tam ruj elde etmeyi başardım. ki, kendim yaptım diye söylemiyorum, pek de güzel bir renk oldu ellerime sağlık.
yani,
rujda işe yarayan bu yöntem ne olurdu hayattaki diğer şeylerde de aynı isabetle sonuçlansa.
bir cezvenin içine bildiğim, duyduğum, istediğim, okuduğum, kullandığım ve kullanmadığım ne kadar doğru varsa atıyorum ve eritip, karıştırıp, en harika "doğru" ya ulaşmaya çalışıyorum.
hazır alabileceğim milyon tane ruj-pardon doğru- varken etrafta, hepsine burun kıvırıp kendi doğrumu yapmaya çalışıyorum.

"doğrunuz ne güzel, markası ne?" diyen birine en gururlu halimle "ben yaptım" diyebilmek için.
yazı resmi:

dünden

takılınca takılıyorum bir şeye.
yok. ne saçma bir cümle bu.
takılınca demek zaten takılıyorum demek, ayyhh..

takılıyorum bazen bir şeye, doğru cümle bu.
nedense volkan konak'ın bir şarkısına takıldım dün akşam üzerinden beri.
Muhtelif kayıtlarını dinledim. hüzünlendim, eğlendim. (hikayesini anlattığı bir kaydı dinledim. sevdiği kadını bir adamla öpüşürken görmüş. "herif de kirli sakallı bir şey böyle" diyor. öpüşüyorlarmış bunun sevdiği kadınla. adam sanki beni öptü, o sakalları ciğerime battı, diyor. sonra eve gitmiş, ağlamış, sonra da şarkı yazmış. "başkası okşanıp sevilmez delirme sevdiğim. yaktın ciğerimi yaktın, yapma sevdiğim" diye)

neyse, dedim ya takıldım bir şekilde. müziği sebebiyle daha ziyade. yunan bir besteci dimitris apostolakis diye. pek volkan konak hastası olduğumu söyleyemem zaten. bu şarkıdan başka bi şarkısını da bilmiyor olabilirim hatta. ama bunu sevdim işte.

eve gittim çıkınca işten.
pilav yedim.
ısıtırken kardiş aradı, uzun uzun konuşunca, pilavın altı yandı. hala konuşmaya-dinlemeye devam ederken pilavı tabağa koydum. kardiş anlatmaya devam ederken yemeğe çalıştım. pirinçler yanıp kıtır kıtır olduğu için yerken çok ses çıkarttı, telefon kulağımdayken yememin pek şık olmayacağını fark ettim zira kardiş bi şeyler anlatıyordu.
konuşma bitene kadar bekledim. plilav soğudu. soğuk ve kıtır kıtır bişey olduğu için pilavdan başka bir şeye benziyordu ama fena değildi, yoğurtla birlikte yedim.

sel arkadaşlarıyla dışardaydı. birinin karısı doğum yapmış. onu kutlamak amaçlı iki kadeh içelim toplantısı. ilk çocukları bu. oğlanmış. yani birkaç ay önce sormuştum, erkek demişti sel. bugün tekrar sormadım. son anda bi değişiklik olmadıysa, değişmediyse çıkarken, oğlu olmuştur. "ne biçim baba bu" dedim. kadın sabah doğurdu, adamın karısının yanında olması gerekmez mi? hiç doğurmadığımdan bilemiyorum tabi. belki de insan yanında kocasını görmek istemeyebiliyordur. sen bi sürü cefa çekmişsin, orda hazıra konan biri böbürleniyor. "yardımcı erkek oyuncu"! sinir bozucu.

yeni sel dışarda içecek olunca benim başım kel mi diye düşündüm. (gerçi zavallı saçlarımın başına gelenler kelliği aratacak durumda neredeyse ama, neyse. trajikomik perma maceram yazmadığım zamana denk geldiği için, detaylar bende saklı kalsın) evet başım kel değildi henüz. ben de kendim için bir organizasyon yapıverdim.
arkadaşlar dostlar mı gerek: siz yanımdasınız gibi varsaydım.
müzik: zaten takıldım mimoza çiçeğine, çevir çevir dinle.
şarap istemedim, kola içine biraz viski katayım, hafif, tatlı.
mumları da yaktım, üstüne biraz da lavanta kokusu. mis gibi.
tv açıktı, sesi kapalı.
volkan konak "çekilmez bir adam oldum, uykusuz, aksi, nalet..." diye konuşurken tuhaf bir şive ile, ekranda "çekilmezaksinalet" bir tipleme vardı, küçük ve zavallı osman'ın babası alikaptan.
öyle bir geçer zaman ki...diyen dizi cümlenin ikinci yarısını nasıl getirecek bilmiyorum. herhalde "öyle bir geçer zaman ki şaşar kalırsın"dan daha anlamlı bir iddiası olmalı.

hafta sonu şu "kalpatışlarımıgörünürkılantişort" ile beraber bol zincirli bir kolye almıştım. resimlerini çekeyim de anneme yollayayım dedim. (bak ne aldım, bak ne yaptım, bak ne giydim konulu mailler seviyoruz) resimleri bilgisayara atarken eski resim dosyalarının içinde buldum kendimi. kaçınılmaz şekilde çerçey resimlerine gittim tabi. resimleri, videoları...
"hadi bee...beni şu dolabın tepesine bi çıkarıversene, bak ben kendim yetişemiyorum, hadi, noolur" diye söylendiği iki video izledim. "kanatlanıp göğe uçma, uçma sevdiğim" derken volkan konak şarkıda, konuşuyordu çerçey videoda.
-dolaba mı çıkıcan çerçey_
-miieee..
gözlerimi silip kalan 2 parmak viskiyi de içtim.

sonra, geleyim de iki satır duygudurum bildirisi yapayım şurda dedim.
ama blogger'a giremedim 8(
anlatacaktım size, kişilik testi yaptım, "barışçı" diye bir şey çıktım diye.
uyumlu, uzlaşmacı, sabırlı, hoşgörülü, inatçı ve çatışmadan kaçınan bir tipmişim.
ancaaaak..
stres altındayken karakterim değişiyormuş. endişeli, karamsar, şüpheci ve kötümser oluyormuş. öyle dedi. hem karamsar, hem kötümser! peh!
"kendini güvende hissettiğinde" diye de bir açıklama var ama.
enerjik, hedef odaklı, kendinden emin ve iddialıymışım o vakit. tadımdan yenmem yani. gel gör ki anahtar kelimem "güven" burada da vuruyor işte beni. baktım kendime, stres altındayken oluşan ne kadar duygu durumu varsa, hepsini yaşıyorum.
"eline sağlık" dedim içimden sel'e.

1. yazı linki: mimoza çiçeği
2. yazı linki: kişilik tipleri testi

1 Mart 2011 Salı

fabrika ayarlarına geri dön!

bi sürü şey için çabalamak zorundayım.
öyle gösterişli hedefler değil bahsettiğim.
pek çok insanın zaten standart olarak sahip olduğu bi sürü şey.
ya da olmadığı, ama olmadığını fark etmediği...

denize düşmüş de su üstünde kalmak için çırpınıyor gibiyim bazen.
neden?
neden ben yüzme öğrenmek zorundayım?
altlarına şişme yatak verilmiş insanlar var, su üstünde keyif yapan.
neden ben çaba sarf etmek zorundayım kafamı yukarda tutabilmek için.

güneşteki patlamalar mıdır, gezegenlerin geri hareketi mi, yıldızım mı, egom mu, iç dünyam mı, ay mı, enerji mi..... ne haltsa! bugün tersim.

yüzmeye çalışmak istemiyorum, beni yılardır uzaktan takip eden bir koruyucu meleğim olmuş olsun, artık kâfi desin, bugün gelsin, sudan çıkartsın, kucağına alsın, dinlendirsin istiyorum.

tek sorum var: "sana güvenebilir miyim?"

yazı resmi:

28 Şubat 2011 Pazartesi

kadının ellerinde olmak, en iyi ellerde olmak demektir.

kalp atışlarımı görünür kılan bir tişort var üzerimde.
bakınca anlıyorum yaşadığımı.
8)
şöyleki:
üstü geometrik biçimlerde olacak şekillerde küçük kahverengi payetlerle kaplanmış.
bu kadar payetli bişey hiç almamış, giymemiştim.
dün çarşıpazar gezerken gördüm.
böyle dökümlü tiril tiril spor bişey.
(payet kaplı şeylerin spor olabildiği -ya da öyle sanılabildiği- bir dönemde yaşıyoruz evet)
aldım.
giydim.
öğlen arkadaşla beraber öğle molası kaçışı için bir kafeye geldik.
yiyecek içecek aldık
kitaplarımızı aldık
oturduk.
yeme içme ve laflama faslından sonra kitapları açtık karşılıklı.
okurken, gözüm önümde kıpraşıp duran ışıklara takıldı.
baktım: kalp atışlarımı gösteriyor 8)
kalbim çarptıkça, göğüs bölgemde meydana gelen ve benim normalde fark etmediğim belli belirsiz hareket, tiril tişortun hareket etmesini ve o hareket sayesinde kıpraşıp duran payetlerin de ışık oyunu yapmasını ve yanıp sönen bi sürü pırıltı halinde nabzımı görünür kılmasını sağlıyor.
pek eğlenceliydi.
her kalp vuruşu = yanıp sönen ışıklar...
kendi kendime,
yaşadığımı fark edince
koştum geldim haber vereyim size
yaşıyormuşum diye
8)
başlık ne alaka derseniz: olay sırasında okumakta olduğum "Kadın Krallığı- son anaerkil toplum" adlı bir anı-araştırma kitabında bir adamın söylediği cümle.
hoş değil mi 8)
yazı resmi: bahse konu tişort