27 Ekim 2009 Salı

şimdi ben....

ayıptır söylemesi tuvalete gittim, çıkışta da antibakteriyel sıvı sabun ile ellerimi uzun uzun yıkadım.
bi kahve aldım mutfaktan, bol sütlü, az şekerli.
yerime geldim.
odamızda bulunan antibilmemne el dezenfektanı ile de ellerimi yeniden dezenfekte ettim ve hiiç dezenfekte edilmemiş mausumu avuçlayıp, muhtemelen bakteri yuvası olan klavyemi mıncıklamaya başladım.
efendim şirketimizde bir domuz gribi coşkusu yaşanmakta. 8)
valla bak, coşku diye dalga geçmiyorum.
şöyle ki, malum sebepten ötürü çarşambanın yarım günü ile cumanın arada derede kalmış bir günü tatil ilan edildi.
e coşma mı insan!
zira, dün şirketten 15-20 kişinin malum sebepten işkillenilip evine yollanması ve yollanmadan önce saçmış bulundukları mikropların ise şirket bünyesinde köşe başlarını tutmuş olabilme ihtimali, çalışanlar üzerinde gayet enfektan etki bırakmıştı.
yaş ortalaması 25 civarı olan bir yerde çalışıyorum.
ikiyüze yakın çalışan bulunduğu ve ortalamanın da 25-30 olduğu düşünüldüğünde, çoluk çocuğun "öh-hööö.... ay burnum aktı. neeaaa? domuz gribi mi, hapşuuuu... aha! bittim ben" psikolojisinde olacağını tahmin etmek zor değil.
bu vesileyle "en iyisi salıdan sonrayı tatil edelim de, toparlanılsın" fikri kabul gördü.
çok da iyi oldu.
ben kendim de zaten rüyalarında çerçey görüp uyanan, sokaklardaki kedilere bakınca salyaları akan, çerçey resimlerine konuşan bir hale geldiğimden en iyisi antalyaya koşayım dedim.
"ooohhh.... fundan da geldi, denize gittik, aman bi güzel bi güzel" şeklinde beyanatta bulunan annemin ise kararımda etkisi olmadı.
neyse efendim, diyeceğim o ki, yarın aaşama antalyaya gidiyom ben.
sel kocasını yaşlı gözlerle arkamda bıracağım.
zira onun çalışması, para kazanması gerek.
hem de özlesin beni.
amin.

gelelim ikinci mevzumuza.
saçlarımı kestirdim hafta sonu.
yok yok, öyle oğlan çocuğu olmadım bu sefer.
daha uzun ama kullanışlı bi model.
insan içine çıkmam 7-8 kıytırık tek tokanın mevcudiyetine bağlı değil en azından.
zira sabahları acıklı gözlerle kendime bakıp, tel toka kutusunu da yamacıma alıp, kafamı iğnedenliğe çevirmek suretiyle evden çıkabilmekten çok sıkılmıştım.
uzamış, şekli şemali bozulmuş bir miktar saç, beni benden soğutmuştu ki bu kadar olur.
eeeee-eehhh!! dedim sonunda.
kestirecin!
de, nerde kestireyim?
kardişlerin düğünde annemlerin orda bi kuaföre gitmiştik de allahı var, güzel şekle sokmuştu bizim kafaları.
gideyim kestireyim orda dedim.
sel de sahibini tanıyor.
gittik
sel dedi "ben de geleyim mi bi?"
yok be dedim, ne alaka.
iyi o zaman gidip arabayı yıkatayım ben de dedi.
gitti.
ben girdim kooföre
iyigunner diyip oturdum.
baktım bi kısım teyzeler boyanıyor.
sıramı beklerim dedim.
dedim de anacım ne bitmez boyanmakmış, ne tükenmez sohbetmiş.
bana sıra mıra geldiği yok.
annesini bekleyen kız çocuğu gibi oturuyorum köşede.
kimse kaale almıyor.
40-45 dakika falan geçti.
beni bi fönlemeye kalktılar, yok bee kestirecem ben dedim diye de bi daha yanıma uğramadılar.
derken sel geldi.
bu gelince benim farkıma vardılar!
ama ben cinlenmiştim.
yok dedim, gidiyorum ben, beklemiycem daha, yeter beklediğim.
adam da demesin mi
"ama bilmiyorduk, baştan söyleseydiniz eşi olduğunuzu!
manyağın zoruna bak!
sen kocamı tanımasan saçımı kestiremiyorum yani!
len kuaförde de torpil mi olur yaa!!
"ne münasebet, niye söyliyim" diye tersledim adamı, çıktım.
çıktım da kaldım gıcık saçlarla.
iş yerimden çok uzakta değiliz.
saçımı son kısa kestirdiğimde de iş yerime yakın bir yerde kestirmiştim.
oraya gidelim bari dedim.
gelgelelim orası da kapalı değil miymiş.
ay delirecim.
terör estirdim estirecim.
kalk dedim eve gidiyoz, bizim arka sokakta sıra sıra kooför var,
giderim birine kestiririm.
valla iyi ettim.
girdim birine.
dedim kesilecekti.
aha şöyleyken şöyle, şurasını şöyle yapma, burasını da böyle yap.
oohhh misler gibi kesti valla.
tamamı 20 dakikamı almadı 8)
gittim eve
kaçınılmaz olarak sel kocası pek beğendi.
(yazık ayol, ne olsa beğeniyo ya zaten)
geldim işe arkidişler felan iltifat miltifat.
kardişle kısçe gördü, kısçe bayıldı, kardiş beğendi (çok büyük olay bu!)
ohh dünya varmış. 8)

bir de son bahis:
çok yakın arkadaşlarımdan biri, yemekteyiz yarışmasına katıldı 8)))
dünkü ilk bölümde ev sahibiydi kendisi.
bu vesileyle şunu anladım ki:
yarışmacılar kendilerine ve yemeklerine habire burun kıvıran, çamur atan rakiplerine tahammül edebiliyor olabilir ama,
kendilerini sevenlerin, o rakipleri köşe başında sıkıştırıp dövmemesi için epey kontrollü olmaları gerekiyor.
sel bile "dövelim şu herifi" dedi 8))))

çok uzattım farkındayım,
e çenem düşüyor işte bazen.
8)

22 Ekim 2009 Perşembe

şahsımdan güncel havadis

hastayım birazcık.
ama öyle saniyorum ki domuz gribi değilim.
ateşim yok zira.
üstelik kötüleşen değil, iyileşen bir seyir halindeyim.
dünden iyiyim.

ay dün gece ben bir hastaydım ama, yazık banaydı.
ayıptır söylemesi geceden aşırı bi mide bulantısıyla uyandım.
hayır yatarken de bişeyim yoktu ha!
sapasağlam yattım.
sonra gece bi uyandım, midem fena.
daha da ayıptır söylemesi (fakat yine de söylemekte bunca ısrar!) motor aksamımı da bozmuş muyum!
öööfff..
banyo ile yatak odası arası 2 metre yok ama ben banyodan çıkıp -ki kendisine tuvalet diye de hitap ediyoruz- yatak odasına gidemedim.
sanıyorum tansiyonum falan düştü, gözlerim karardı, ellerim uyuştu, oturdum antreye, yattım halıya.
sel kalkıp beni o halde görse kalbine iner yeminle.
2 dakika yattım, toparlandım da gidebildim yerime.
gittim gitmesine de fenayım.
1 saat geçti geçmedi yine kalktım.
bu sefer kusmaya.
len domuz gribi belirtisi olarak da şiddetli ishal, kusma, halsizlik demiyor muydu!
anam!!!!
tabi sel de kalktı.
eli ayağına dolaşmış biçimde ne yapayım diye koşturuyor.
nane limon kaynattı bana.
su ısıtıp termofora koydu, ayaklarım, karnım falan sıcak olsun diye.
ateşime baktı, su getirdi vs.
mırın kırın yattım.
sabah kalkamadım, öğlen gittim işe.
iş yeri doktoru çıkmış.
görünemedim.
ama göründüğüm kişilere sorarsan pek acıklı görünüyormuşum.
oda arkadaşım "ay yazık yavru kedi gibi bakıyorsun, böyle başını falan sevesim geldi" dedi.
merhamet uyandırdım. 8)
zehirlenmiş olabileceğim de düşünüldü bizzat kendim tarafından ama
zehirleyecek bişey yemedim ki.
bir gün önce yaptığım tek farklı şey, cart pembe oje alıp sürmekti.
pembe ayakkabılarımı ve pembe kedili tişortumu giyeyim diye düşünmüş, çingene pembesi oje almış, sürmüştüm.
len oje zehirler mi insanı?
yemeği desen evde yedik zaten.
kendi yaptığım yemekten zehirlensem, sel de aynı şeyi yedi.
yok yok o da değil.
oje daha mantıklı 8)

neyse uzatmıyım.
mırın kırın bitirdim günü de eve döndüm.
yine sel bakım ve rehabilitasyon merkezinin ilgi alakasından yararlandım.
sana çorba yapiym mi bile dedi.
yemedim! 8)

işin aslı ben İstanbulda üşüttüm galiba.
hafta sonu İstanbul'daydık biz.
sel, ben, kardiş, kısçe.
gidelim de azıcık gezip tozalım, müzedir, saraydır falan dolanalım demiştik.
iyi de olmuştu.
cumartesi bi sürü yer gezip, km.lerce de yol yürüyüp, taban patlatmış,
akşamına kadıköy çarşıda canlı müzikli balıkçılara oturup, yağmur altında biralarımızı yudumlamıştık.
pazar da dolmabahçe'ye giderken yağmur yiyinceee....
hiç hasta olmam ben diye övünen salak şahsım şifayı kapmışım anlaşılan 8)

işte böyleyken böyle canımdan çok olmamakla birlikte (dürüstüm de ha! canımdan çok desem inanacak mısınız hem?) içten, yürekten çook sevdiğim okur-yazar'larım.
benim şiddetli kusma-ishal-halsizlik şeklindeki domuz gribi alametlerim geçti, nezleye döndü.
habire burnum akıyo, yüz kere hapşırıyorum.
od ahalisi çok yaşaaa demekten bitap düştü
ben hapşırmaktan yoruldum (hapşIrmak mı, hapşUrmak mı. en iyisi aksırmak mı?)
elimin altında bi paket ıslak mendil,
mikropla savaşıyorum 8)
bu vesileyle uzaktan gülücük yollar,
sarılıp öpmeden gayet mikropsuz biçimde selamlarım.
8)

8 Ekim 2009 Perşembe

bir hafta sonrası...

neyin 1 hafta sonrası diye merakla bakmayın!
son yazıyı geçen perşembe yazmışım ya, onun üstünden 1 hafta geçmiş onu diyorum.
ne oldu bu 1 hafta?
hiiiçç..
yani kayda değer bişey yok.
kedi derseniz hala düşünme aşamasındayım
muhterem bir düşünürümüzün söylediği gibi
"dereye su gelene kadar kurbağanın gözü pörtleyecek."
ben karar verene kadaaarrr...
o-hooo..
zaten aile faciası olacak nerdeyse, annem-babam şiddetle, ama gayet şiddetli bi şiddetle karşı çıktılar.
farkındayım, farkındayız... bu karşı çıkış çok mantıksız.
o kadar mantıksız ki bunu tartışmıyorum.
enine boyuna düşünme adına kendi bazı endişelerim var, onun için henüz karar veremedim.
ibre almaktan yana ama du bakali 8)
************
yaz bitmeden yazlıkları giyelim insanıyım.
şimdiden bot, çizme vs giyen o kızlardan değilim.
zaten bütün kış giyicem, şimdi niye giyeyim, değil mi ama?
bu vesileyle burnu ve arkası açık pembe ayakkabılarımı giymiş bulunduğum şu gün itibariyle, cart pembe rujumu da sürmüş, çingene pembesi çiçeklerle bizzat süslediğim siyah atletimi de giymiş durumdayım. ha derseniz ki bundan bize ne, aman ne biliyim yazdım işte . laf olsun.
**************
arabam pislik içinde. yıkanması gerek. ama elle gelen düğün bayram diyerek yıkatmıyorum. zira park yerindeki arabaların çoğu tozlu. hatta birinin üstüne "beni ve yanımdakini yıkat" diye yazmışlar. güldüm. arabalar arası dayanışma, birlik beraberlik ruhu! canım ayol. kıyamamış yanındakine de. 8)
******************
bizim bu iş yerinin bahçesinde bi kışçe kedi var ya. o şapşal dün bi fare yakalamış, sinir etti beni.
ay bi göreydiniz nasıl şiriiin, nasıl tatlııı, nasıl minnoş bi farecik. sanıyorum fındık faresi bebeği. böyle küçük parmak boyunda, dobik göbekli bişey. ölmüş. bizim salak sersem kedo da bunu atıp tutup oynuyordu çimenlerin üstünde. "püüüü rezil, sabah verdiğim mamalar zehir zıkkım olsun" dedim. umursadığını sanmıyorum. fareyi havaya atıp, iki ayak üstüne kalkıp tutmaya çalıştı.
******************
sıcacık güneşli güzel bir güz gününden şimdilik bu kadar,
esen kalın.

not: "esen" isimli bir kadının soyadı "kalın" ise buna sürekli esen kalın diye sesleniyorlardır.
oh ne ala!
8)

1 Ekim 2009 Perşembe

kafam meşgul, kıvranıyorum

iş yerinden bi arkadaşım bi mail atmış.
tam 21 tane resim.
anne kedi ve bebekleri.
bi arkadaşının ofisinde doğum yapmış bi kediymiş.
yavrulardan almak isteyen olur mu diye soruyor.

gitti aklım.
bembeyaz, üstlerinde bir kaç tane sarı, siyah benek olan şahane bebekler.
zaten anasına bak kızını al'dan yola çıkarsak, anne de bi güzel, bi güzel.
resmen çekiliyorum ekranın içine.
hep "e ama gün boyu yalnız kalacak evde, 4 duvar arasında yazık değil mi kediciğe" diye kendimce mantıklı bi sebeple uzak tutuyordum kendimi kedi alma fikrinden.
ama içim dinlemiyor ki.
çerçey, dünyalar güzeli, tatlı, dobik, prenses kızım annemlerde hep.
e annemler de antalya da.
olmuyor, yetmiyor bi çerçey hepimize.
sel de dünden razı, al gitsin diyor.
ben hep " e ama yalnız...." diye mırın kırın ediyorum.
derkeeeeennn...
şahane bi çözüm yolu dank etti kafama, şimşek çaktı.
2 kedi!
hep duyarım zaten "2 kedi 1 kediden çok daha kolay" diye.
o zaman gün içindeki yalnızlığı çok dert olmayacak bana.
bebekken alınmış 2 kardeş kedi de iyi anlaşacak.
........................
ay işte bi sürü ikna edici cümle var şimdi aklımda.
sel dün "al gitsin, bi şekil bakarız" dedi.
2-3 günlük gezilerde evde bırakabileceğimizi,
olmadı kardişle kısçeye bırakabileceğimizi (kısçe de kıvranıyor zaten kedi almak için)
beraber bi yere giderken de üst komşumuz olan arkadaşlarımıza anahtar bırakabileceğimizi
düşündük.

of ben ne yapayım yaaa..
çerçey gözümde tütüyor.
bu kedoşlar aklımı çeliyor.
sel kışkırtıyor
.....

2 kedi mi?
hiç kedi mi?