2 Mart 2011 Çarşamba

benmari

"uzun zamandır hissetmediğim bir duygunun içine çekiliyorum" dedi bana. "kendimi tanıyorum, aşık oluyorum. ama yine imkansız!"
yapmakta olduğum işi hemen bırakıp cevap yazdım mesajına. kız arkadaşların sorunları çok şeyden önce gelir zira.
ona saçmalama ile başlayan ve deli! diye biten maili yolladıktan sonra (nasıl imkansız? adam evli mi, çocuk mu, yaşlı mı, gay mi diye de sordum) düşündüm.
doğru değil demiş bana.
kaç yüz tane doğru var hayatımızda?
hissettiğimiz doğrular
bildiğimiz doğrular
duyduğumuz doğrular
gördüğümüz doğrular
okuduğumuz hatta bize çocukken okunan doğrular
zannettiğimiz doğrular
istediğimiz, istemediğimiz doğrular
sevdiğimiz doğrular....

her kafadan bir ses, kendi kafamızdan bin ses çıkıyor.
hepsini kocaman bir kaba koyup, benmari usulü eritmeye çalışıyoruz. -ruz mu bilmiyorum. -rum diyeyim.
benmari usulü. ateşe direk olarak temas ettirmeden, yakmadan, bozmadan yumuşatmaya çalışıyorum. karışsınlar da güzel, güzel ve kendiliğinden bulunmayan bir şey elde edeyim diye.
ruj'da işe yaradı mesela.
annem söylemişti antalya'ya gittiğimde.
kalan rujları karıştırıp, benmari eritip tekrar boşalan rujun içine dökünce oluyormuş diye.
deneyelim demiştik.
rujsuz sokağa çıkmayan üç kadının, annem-fundam-ben, bitmiş ama nedense atılmamış rujlarının içinde kalanlar kazındı. nispeten uygun ve yakışan renkler tabi. küçük bir cezve içine atıldı. altına büyük bir cezve ve su.
koyduk ocağa, yaktık altını.
aslında gayet güzel olacak gibiydi de, cezve başında duran birinin telefonu çalınca, o şaşkın da cezveyi bırakıp telefona gidince... cezve devrildi. harika bir-birkaç-ruja dönüşecek olan eriyik halıya kısmet oldu.
bu şanssız deneyim o gün orada sonuca ulaşmamış olsa da, ben geçen gün "rujsuz sokağa çıkmayan 1 kadının" bitmiş, biteyazmış ve yine ne sebepleyse atılmamış muhtelif rujlarını, bitmemiş ama rengi sevilmediği için olsa gerek pek kullanılmamış rujlarının bir kısmı ile karıştırarak yeni bir tecrübeye giriştim. yemeğe baharat katarmış gibi bir ince oran, resim yaparmış gibi bir renk çalışması, deney yapıyormuşcasına bir dikkat sonucu eriyik rujlardan 2 adet tam ruj elde etmeyi başardım. ki, kendim yaptım diye söylemiyorum, pek de güzel bir renk oldu ellerime sağlık.
yani,
rujda işe yarayan bu yöntem ne olurdu hayattaki diğer şeylerde de aynı isabetle sonuçlansa.
bir cezvenin içine bildiğim, duyduğum, istediğim, okuduğum, kullandığım ve kullanmadığım ne kadar doğru varsa atıyorum ve eritip, karıştırıp, en harika "doğru" ya ulaşmaya çalışıyorum.
hazır alabileceğim milyon tane ruj-pardon doğru- varken etrafta, hepsine burun kıvırıp kendi doğrumu yapmaya çalışıyorum.

"doğrunuz ne güzel, markası ne?" diyen birine en gururlu halimle "ben yaptım" diyebilmek için.
yazı resmi:

dünden

takılınca takılıyorum bir şeye.
yok. ne saçma bir cümle bu.
takılınca demek zaten takılıyorum demek, ayyhh..

takılıyorum bazen bir şeye, doğru cümle bu.
nedense volkan konak'ın bir şarkısına takıldım dün akşam üzerinden beri.
Muhtelif kayıtlarını dinledim. hüzünlendim, eğlendim. (hikayesini anlattığı bir kaydı dinledim. sevdiği kadını bir adamla öpüşürken görmüş. "herif de kirli sakallı bir şey böyle" diyor. öpüşüyorlarmış bunun sevdiği kadınla. adam sanki beni öptü, o sakalları ciğerime battı, diyor. sonra eve gitmiş, ağlamış, sonra da şarkı yazmış. "başkası okşanıp sevilmez delirme sevdiğim. yaktın ciğerimi yaktın, yapma sevdiğim" diye)

neyse, dedim ya takıldım bir şekilde. müziği sebebiyle daha ziyade. yunan bir besteci dimitris apostolakis diye. pek volkan konak hastası olduğumu söyleyemem zaten. bu şarkıdan başka bi şarkısını da bilmiyor olabilirim hatta. ama bunu sevdim işte.

eve gittim çıkınca işten.
pilav yedim.
ısıtırken kardiş aradı, uzun uzun konuşunca, pilavın altı yandı. hala konuşmaya-dinlemeye devam ederken pilavı tabağa koydum. kardiş anlatmaya devam ederken yemeğe çalıştım. pirinçler yanıp kıtır kıtır olduğu için yerken çok ses çıkarttı, telefon kulağımdayken yememin pek şık olmayacağını fark ettim zira kardiş bi şeyler anlatıyordu.
konuşma bitene kadar bekledim. plilav soğudu. soğuk ve kıtır kıtır bişey olduğu için pilavdan başka bir şeye benziyordu ama fena değildi, yoğurtla birlikte yedim.

sel arkadaşlarıyla dışardaydı. birinin karısı doğum yapmış. onu kutlamak amaçlı iki kadeh içelim toplantısı. ilk çocukları bu. oğlanmış. yani birkaç ay önce sormuştum, erkek demişti sel. bugün tekrar sormadım. son anda bi değişiklik olmadıysa, değişmediyse çıkarken, oğlu olmuştur. "ne biçim baba bu" dedim. kadın sabah doğurdu, adamın karısının yanında olması gerekmez mi? hiç doğurmadığımdan bilemiyorum tabi. belki de insan yanında kocasını görmek istemeyebiliyordur. sen bi sürü cefa çekmişsin, orda hazıra konan biri böbürleniyor. "yardımcı erkek oyuncu"! sinir bozucu.

yeni sel dışarda içecek olunca benim başım kel mi diye düşündüm. (gerçi zavallı saçlarımın başına gelenler kelliği aratacak durumda neredeyse ama, neyse. trajikomik perma maceram yazmadığım zamana denk geldiği için, detaylar bende saklı kalsın) evet başım kel değildi henüz. ben de kendim için bir organizasyon yapıverdim.
arkadaşlar dostlar mı gerek: siz yanımdasınız gibi varsaydım.
müzik: zaten takıldım mimoza çiçeğine, çevir çevir dinle.
şarap istemedim, kola içine biraz viski katayım, hafif, tatlı.
mumları da yaktım, üstüne biraz da lavanta kokusu. mis gibi.
tv açıktı, sesi kapalı.
volkan konak "çekilmez bir adam oldum, uykusuz, aksi, nalet..." diye konuşurken tuhaf bir şive ile, ekranda "çekilmezaksinalet" bir tipleme vardı, küçük ve zavallı osman'ın babası alikaptan.
öyle bir geçer zaman ki...diyen dizi cümlenin ikinci yarısını nasıl getirecek bilmiyorum. herhalde "öyle bir geçer zaman ki şaşar kalırsın"dan daha anlamlı bir iddiası olmalı.

hafta sonu şu "kalpatışlarımıgörünürkılantişort" ile beraber bol zincirli bir kolye almıştım. resimlerini çekeyim de anneme yollayayım dedim. (bak ne aldım, bak ne yaptım, bak ne giydim konulu mailler seviyoruz) resimleri bilgisayara atarken eski resim dosyalarının içinde buldum kendimi. kaçınılmaz şekilde çerçey resimlerine gittim tabi. resimleri, videoları...
"hadi bee...beni şu dolabın tepesine bi çıkarıversene, bak ben kendim yetişemiyorum, hadi, noolur" diye söylendiği iki video izledim. "kanatlanıp göğe uçma, uçma sevdiğim" derken volkan konak şarkıda, konuşuyordu çerçey videoda.
-dolaba mı çıkıcan çerçey_
-miieee..
gözlerimi silip kalan 2 parmak viskiyi de içtim.

sonra, geleyim de iki satır duygudurum bildirisi yapayım şurda dedim.
ama blogger'a giremedim 8(
anlatacaktım size, kişilik testi yaptım, "barışçı" diye bir şey çıktım diye.
uyumlu, uzlaşmacı, sabırlı, hoşgörülü, inatçı ve çatışmadan kaçınan bir tipmişim.
ancaaaak..
stres altındayken karakterim değişiyormuş. endişeli, karamsar, şüpheci ve kötümser oluyormuş. öyle dedi. hem karamsar, hem kötümser! peh!
"kendini güvende hissettiğinde" diye de bir açıklama var ama.
enerjik, hedef odaklı, kendinden emin ve iddialıymışım o vakit. tadımdan yenmem yani. gel gör ki anahtar kelimem "güven" burada da vuruyor işte beni. baktım kendime, stres altındayken oluşan ne kadar duygu durumu varsa, hepsini yaşıyorum.
"eline sağlık" dedim içimden sel'e.

1. yazı linki: mimoza çiçeği
2. yazı linki: kişilik tipleri testi